Batman'ın Kozluk ilçesine bağlı Geçitaltı köyünde yaşayan 122 yaşındaki Hacı Mehmet Reşit Ak, 1925'ten 1937'ye kadar devam eden 'Sason İsyanı'nı ve o günkü zulüm dolu süreci İLKHA'ya anlattı.
Batman’ın Kozluk (Hazo) ilçesine bağlı yaklaşık 250 hanesi ve bin 800 nüfusu olan Geçitaltı (Gox) köyünde yaşayan 13 Şubat 1895 doğumlu Hacı Mehmet Reşit Ak, 1925'te başlayan uzun yıllar devam eden 'Sason İsyanı'nı ve o yıllarda yaşananları İlke Haber Ajansına (İLKHA) anlattı.
Vergi almak için 1925 yılında Sason Kaymakam Vekili Rıdvan Efendi (Kimi kaynaklara göre Kemal), müftü, vergi tahsildarı, jandarma komutanı (yüzbaşı) ve beraberindeki askerler o dönemde Sason’a bağlı Mereto Dağı’nın eteklerindeki dağ köylerine çıkarlar. Orada jandarma komutanının evli bir kadına sarkıntılık yapmasıyla, tarihe "Sason İsyanı/Başkaldırısı" olarak geçen olaylar başlar.
Jandarma komutanı yaptığı ahlaksızlığın ardından kaçarken, bölgede kalan kaymakam vekili, müftü ve vergi tahsildarı köylüler tarafından öldürülür. Ardından dönemin devlet güçleriyle ile köylüler arasında uzun yıllar süren bir çatışma dönemi başlar. Bu süreç yüzlerce insanın ölümüne, binlercesinin de sürgüne gönderilmesine neden olur.
Sason İsyanı'nın bastırılmasından sonra bölgedeki halk; Afyon, Konya, Kayseri, Kütahya, Uşak, Eskişehir, Çankırı, Bilecik, Kocaeli, Zonguldak, Bursa, Bolu, Burdur, Isparta, Antalya, Balıkesir, Manisa, Muğla, Aydın ve Denizli gibi Anadolu’nun çeşitli illerine sürgün edildi.
82 yıl önce Sason’da yaşananları aktaran Hacı Mehmet Reşit Ak, 7 yıl kadar süren çatışmaların ardından yüzlerce kişinin öldüğünü ve sonrasında batı illerine sürgün edildiklerini söyledi.
13 Şubat 1895 doğumlu olduğunu ifade eden Reşit Ak, şimdiye kadar 3 evlilik yaptığını belirtirken, aile nüfusunun 600'ü geçtiğini, torunlarının torunlarını gördüğünü dile getirdi.
"Yüzbaşının evli bir kadının ırzına geçmek istemesiyle olaylar başladı"
Cumhuriyetin ilk yıllarında çok sayıda olduğunu, bu dönemde köye vergi toplamaya gelen ekibin içerisindeki yüzbaşının köylü kadına ahlaksızca yaklaştığını söyleyen Ak, şöyle konuştu:
“İnsan, hayvan, arazi ve ev vergileri vardı. Bu vergiler yılda bir defaydı. Burada 2-3 ayda bir vergi almaya başladılar. Günün birinde vergi almaya geldiklerinde 15-20 kadar asker ile beraber yüzbaşı, kaymakam ve müftü köyümüze geldi. Askerin büyük çoğunluğu köyün girişinde kaldı. İçlerinden 4 asker, yüzbaşı, kaymakam ve müftü vergi almak için köye girdiler. Atalarımız, ‘yapan zalim, çeken mümin’ derlerdi. Yüzbaşı köylüden birinin gelinine gidip teklif ediyor. Kadına teklif eder etmez kadın hemen kocasına ‘bu kumandan benden vazgeçmiyor’ diye bağırır. Ondan sonra yüzbaşı hemen ata binerek kaçıyor. Köylüler iki yerden ateş açtılar ama vuramadılar, kurtuldu. Zavallı kaymakam, müftü ve tahsildar öldürüldü. O bölgedeki askerler akşamın erken çökmesiyle öldürülemedi. Hemen askeri kamuflajlarını atıp kaçmışlardı. Allah’a şükür askerler öldürülmedi. Bu olaydan sonra uzun yıllar süren çatışmaların ardından devlet bizi bastırdı.”
Ak, “Bizim köyün olayı, Ermeni katliamı ve Osmanlı Devletinin yıkılışı birbirinden kopmadılar. Hemen art arda gerçekleştiler. Osmanlı Rus savaşında babam ve köylülerimiz Şeyh Saidê Palevî ve Üstad Bediuzzaman ile beraber savaştılar. Üstat Bediuzzaman ordunun gönüllü komutanıydı. Babam derdi ki ‘bize ateş topları atarlardı’ Onlar aşağıda babamlar yukarıdaydı. Babam onlar da geven bitkisi (gurnî) topraktan söker ateşe verip aşağı atarlardı. Onlar top atarlardı bizimkiler gurni atarlardı.” ifadelerini kullandı.
“Devletle 7 buçuk sene karşı karşıya kaldık”
Namusları için devlet ile 7 buçuk yıl geceli gündüzlü çatışmak zorunda kaldıklarını belirten Ak, “Devletle 7 buçuk sene hal kızağında karşı karşıya kaldık. Nasıl açlıktan ve soğuktan ölmüyorduk, anlamıyorum. Eskiden yağan karda evler ve ağaçlar görünmezdi, her yer dümdüz olurdu. O karın altında aylarca kalırdık. Evlerimiz ateşe verilmiş sadece üzerimizdeki elbiselerleydik. Evler ateşe verildiğinde bir çay kaşığı bile kurtaramadık, sadece canımızı kurtarabildik. Devletle karşı karşıyayken bir mağarada gizlenirdik. O mağarayı tesadüfen bulduk. Göğüs üzeri bir metre gittikten sonra içerisi tünel genişliği bir oda kadar yüksekliği vardı. Oranın üzerinde 50-100 metrelik dağ vardı. Tünellin sonunu bulmak için birkaç genç mum yaktılar. 3 mum bitti dibini bulamadılar. Yerini biliyorduk ama şimdi bulamıyoruz. 50 defa çıktım, yerinde aradım ama bulamadım.” diye konuştu.
“İnsan ölmedikçe neler görüyor”
Çatışmalar esnasında askerin veya milislerinin ellerine geçenlerin öldürüldüğünü söyleyen Ak, “7 buçuk sene açlıktan kaçıyorduk, dağlardaydık. Askerin eline geçseydik öldürüyorduk. Askerin eline geçmeden kendimizi kurtarabilseydik iyiydi. Askerle geceli gündüzlü çatışma vardı. Buradan Bitlis Mutki ilçesine kadar karşı çıktılar. Halk hepsi destek vermişti. Şeyh Said kıyamıyla beraber diğer halk da destek verdi. Neler gördük, neler görmedik. İnsan ölmedikçe neler görüyor. Hey eski insanlık. O zaman Kozluk yoktu, Sason’a bağlıydık. Çatışmalarda sürülerce asker ve millet öldü.” şeklinde konuştu.
“O komutan nefsi uğruna ne canlar yaktı”
Asker ve milislerin kendilerini gördükleri yerde "aferin" için kafa kestiğini söyleyen Ak, sözlerinin devamında şunları söyledi:
“Bir sürü milletin canına malına sebep olan o komutan sonunda askerleri tarafından öldürüldü. Ama bir sürü zorluğa sebep oldu... Derenin dibinde bir değirmen vardı. Günün birinde benim gibi ihtiyar biri zavallı iniyor oraya, değirmenin etrafına saçılan unu topluyor. Bir avuç un topluyor, bir şey olmadığından elbisesinin içine koyuyor. Gelirken orada asker ile milislere rastlıyor. Bir aferin için orada tutup kafasını kestiler. O komutan nefsi uğruna ne canlar yaktı. Yiyecek bir şey bulamıyorduk. Milletin arasına da çıkamazdık. Bizi kim görse kafamızı bir aferin için keser, komutana gördürürdü. Kışın yiyecek bir şey bulamayınca, yosun arar bulur, yerdik. Bahara çıktık mı yapraklarla keyif ederdik. Günün birinde asker geldi. Biz mağaraya girdik. Bizi bulamadılar. Üzerlerindeki malzemeleri bizim oraya dökmüşlerdi. Nohut, fasulye, bulgur ve ekmeği bir yere atmışlardı, onları toplayıp yedik.”
“Türkiye’nin her yerinde çocuklarım var”
Bölge halkının Anadolu’nun 22 iline sürgün edildiklerini ifade eden Ak, “Bu olaylardan sonra 15 sene sürgünde kaldık. Ben Afyon Dinar'daydım. Türkçeyi orada öğrendim. Oraya varır varmaz bir çocuk sabahleyin gelirdi, defter kitabımı alır beni okula götürürdü. Öğleyin eve öğleden sonra yine okula götürürdü. Türkçeyi öğreninceye kadar böyle devam etti. Bizim zamanda askerlik 4 seneydi, ama sürgün olduğumuz için bize kısaydı, 2 sene askerlik yaptım. Askerliğimi İstanbul Boğaziçi Anadolu Kavağı Sarıyer’de Çakılı Topçu Taburunda yaptım. Benim 17 erkek çocuğum var, kızlarım da var. Nüfusum çok fazla, 500-600’ü geçer. Çocuklarım Muş’ta, Silvan’da, Hasankeyf’te, Beşiri’de, Batman’da 15'in üzerinde evim var. Yanımda ise 30 aile var. Manisa, Elmalı, İstanbul’da 20-30 aile, Antalya’da, Kars’ta ne bileyim Türkiye’nin her yerinde çocuklarım var.” dedi.
"Buradan Mutki’ye kadar kim varsa kadın, beşikteki bebek, körü, topalı hepsini sürgüne gönderdiler"
Sürgün yıllarına ilişkin de konuşan Ak, şunları ifade etti: “O zaman hastalık yoktu sadece iki çeşit vardı. Biri maraz birisi de sıtmaydı. Şimdi yüz bin çeşit hastalık çıktı. Zavallı birisi maraza yakalandı. Bir yerde yatıyorken milisler onu gördüler aferin için kafasını kestiler. Buradan Mutki’ye kadar kim varsa kadın, beşikteki bebek, körü, topalı hepsini sürgüne gönderdiler. Sason’dan Zok’a kadar yaya, Zok’tan arabalarla Diyarbakır’a kadar. Diyarbakır’dan sonra trenle gittik. Sürgüne gittiğimizde eylül ayıydı. 15 yıl Dinar’da kaldık. Bana 50 dönüm arazi ve bir çift öküz verildi. O zaman motor, pulluklar gibi malzemeler yoktu. Bir taksi vardı. Uzak bir yerden taksinin geldiğini görünce ‘yolu boşaltın valinin arabası geliyor’ denilirdi. Yol boşaltılırdı. O zaman ne anlayış vardı. Atla, eşekle ve yaya gidenler olduğu gibi yolu boşaltırdı. Direk gelir geçerdi. Şimdiki çarşıda ise eli arkasında, tespih elinde arabada çakıyor ondan sonra ‘kör müsün’ diyor. Ne günlere geldik.”
"Genç iken geceli gündüzlü oturmazdım"
İnşaların yaşına hayret ettiğini, bu yaşa kadar nasıl yaşadığını kendisine sorduklarını anlatan Ak, "Bu yaşa geldim. Sizin gibi torunlarım yerinde olan gençlerin birisi diyor ah ayağım, ah sırtım, ah kolum, ah dizim… Bak ben bu yaşa geldim, gücüm kuvvetim kaldı desem yalan. Çünkü ihtiyarlıktan, kansızlıktan insan çöküyor. Ama kurban olduğum Allah hiç acısız halen yaşa diyor. Hiç zerre kadar bir acım yok. Birçok insan bu yaşa geldiğime hayret ediyor. Ben bazen kendimi düşünüyorum. Ben genç iken geceli gündüzlü oturmazdım. O yediğim ekmeği ancak benle Allah biliyoruz. Bir tandır ekmek yerdim doymazdım. Geçenlerde 13 gün üst üste yemek olarak bir lokma ağzıma girmedi. Şimdi sofradan kalkar gibiyim.” ifadelerini kullandı.
Ölümle karşı karşıya geldiği bir anısını da aktaran Ak, “Eyüp peygamberi düşünerek namaz kılıyordum. İki sefer secdeye gittim. İkinci secdede kalkamadım, bayılmıştım. Kimse evde yoktu. Hanım tarladan geldiğinde bakıyorlar ki ölü gibiyim. Hemen çocuklarıma babanız öldü diyor. Çocuklar da bakmışlar ölü gibiyim. Hemen beni arabaya attılar. Kozluk’a hastaneye götürdüler. Kozluk’tan da direk Batman’a gönderdiler. Orada bir doktor beni tanıdı, hemen hemşireye dedi ki ‘bu odaya ölü dahi gelse bunun yanına almayın. Tek başına kalacak’ Orada beni kontrol ettiler. Orada 2 gün boyunca baygın kaldım. Uyandığımda ‘bu ev benim değil benimkinde ağaçlar vardı, bu beton’ diye bağırdım. Birisi geldi. Gelen çocuğuma ‘oğlum neredeyiz’ dedim. ‘Baba hastasın hastaneye getirdik seni’ dedi. Baktım ki burnuma demir, ağzıma demir, kulağıma demir, parmaklarıma demir, vücuduma demir ve idrar yoluna hortum takmışlar. Hemen hepsini çıkardım, dağıttım.” dedi.
İsyan yıllarında bir kardeşinin öldüğünü, babasının da 120 yaşına kadar yaşadığını söyleyen Ak, “Benden ufak bir kardeşim vardı. O perişan günlerde açlıktan, susuzluktan öldü. Bir de kız kardeşim vardı. Ben, kız kardeşim, annem ve babam vardı. Başka kimsem yoktu. Babam 120 yaşını doldurmuştu. Bir tane erkek kardeşim vardı. Ama annemden değil, babamın eski eşinden. Annemden tek ben varım. 3 evlilik yaptım, 2 eşim vefat etmiş. İnsan neler görüp neler geçiriyor. Bahçede artık çalışamıyorum. Yaya da fazla gidemiyorum. Yemek ihtiyacım çocuklarım tarafından karşılanıyor. Kozluk yoktu, biz sürgüne gittiğimizde 16 evdi. Batman ise hiç yoktu. Bir tepenin üstünde gölgelik yapıp kavun karpuz satarlardı. Bin 500'den fazla kişi olarak bizi Diyarbakır’a aldılar. Diyarbakır’da bizleri aile aile ayırdılar. Biz yalnız Arapça biliyorduk. Onlar Kürtçe ve Türkçe konuşuyorlardı. Biz onlarla konuştuğumuzda 'ha'dan başka bir şey bilmiyorduk. 40-50 tane yazıcı geldi. Biz de bir şey bilmiyorduk. Bunlar önce kesecekleri adamları yazıyor dedik. Orada milleti kendi kafalarına göre aile aile ayırdılar.” ifadelerini kullanıldı.
"Açlıktan ölsen öz kardeşin bile bir ekmek vermiyor"
İçinde bulunulan zamanda insanlığın kalmadığını vurgulayan Hacı Mehmet Reşit Ak, son olarak şunları söyledi:
“Bizim zamanımızda insanlık vardı. Bazıları diyor ki ‘hacı amca yanlışsın’ ne gibi yanlışım diyorum, ‘şimdiki zamanda bolluk’ var diyorlar. Hayvandan fazla yiyen yok. Hayvan bin bir çeşit Allah’ın bitkisini yiyip geliyor. Yemesiyle insan, insan değil ki. Üzerimizde isim kaldı. İnsan diyorlar, insanlık kalmadı. Artık bundan biraz acizim. Hey eski günler. Bir dostum gelse muhtaçsa vallahi üzerimdeki yorganı satar verirdim. Şimdi açlıktan ölsen öz kardeşin bile bir ekmek vermiyor, çalışsaydı diyor.”
'Sason İsyanı'nın kısa tarihçesi
Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan zulümlerin ardından, 1925 yılından 1938 yılına kadar Sason "isyan bölgesi" olarak anılmıştır. Bölgenin dağlık ve engebeli coğrafi yapısı, devletin bu bölgede hâkimiyet kurmasını zorlaştırmıştır.
Bir kadının iffetine uzanan elin ardından 1925’te başlayıp, 1938’de bölge halkının sürgün edilmesiyle sonlanan başkaldırı, bugünkü Sason-Kozluk-Mutki üçgeninde Xerzan olarak bilinen bölgede yaşandı.
Sason Kaymakam Vekili Rıdvan Efendi (Kimi kaynaklara göre Kemal), müftü, vergi tahsildarı, jandarma komutanı (yüzbaşı) ve beraberindeki askerler o dönemde Sason’a bağlı Mereto Dağı’nın eteklerindeki dağ köylerine çıkarlar.
Bu heyet, vergileri toplamak için kimi köyleri gezdikten sonra, Teterê Badê'nin (daha sonra isyanın/başkaldırının lideri olarak bilinir) Xirbaq (Harbak) köyüne varır.
Teterê Badê, gelen heyeti evinde misafir eder. İstemeyerek de olsa bir miktar para da verir. Devlet güçlerini karşısına almak istemez. Daha sonra gitmelerini ister. Bu arada evin arka tarafında Teterê Badê'nin kızı (kimi kaynaklara göre gelini), tandırın başında ekmek pişirmektedir. Heyette bulunan jandarma komutanı yüzbaşı, geline ahlaksızca yaklaşmak isteyince olay çıkar. Kadın bağırmaya başlar. Bunun üzerine köy halkı eve yönelir. Jandarma yüzbaşı da atına binip ateş açarak kaçar.
Ardından Teterê Badê ve köylüler gelen heyete ve askeri birliğe silahlarıyla ateş etmeye başlarlar. Kaymakam vekili ile beraberindekileri öldürürler, askerler ise kaçar. Sonra yüzbaşı olayı farklı şekilde rapor eder ve bölgeye harekât emri verilir.
Jandarma komutanının evli bir kadının namusuna göz koyması ile başlayan bu hadisede Xerzan köyleri zulme karşı durmuş, isyana zorlanmış ve isyan uzun yıllar devam etmiştir. İsyanın lideri Teterê Badê öldürülmüştür. İsyan sonlandıktan sonra 1938'de bölge halkı sürgün edilmiştir.
Kimi kaynaklar bu süreçte bölge halkından 834 kişinin, askerden ise 80 kişinin öldüğünü aktarırken, 106 askerin yaralandığı, 3 bin 577 kişinin de sürgün edildiği belirtilir. Bölge halkı ise yaşlanan çatışmalarda halktan bine yakın kişinin askerden ise yüzlerce kişinin öldüğünü ifade ediyor.
Sürgün sonrası Helkız, Mereto, Kozluk ve Mutki’nin güney kısımları mıntıka-i memnu (yasak bölge) ilan edilmiş ve bu bölge içerisindeki köyler boşaltılmıştır. Bölge halkı Çankırı, Eskişehir, Bursa, Bilecik, Kocaeli, Zonguldak, Bolu, Afyon, Isparta, Burdur, Denizli, Aydın, Muğla, Kütahya, Balıkesir ve Manisa illerine sürgün edilmiştir. (İLKHA)