İslam medeniyetinin zirvede olduğu, Müslüman kentlerin, matematik, fizik, astronomi, tıp ve bilumum bilim dallardında araştırmalar yapılan yüzlerce kütüphane, medrese ve üniversite ile bezeli olduğu yıllarda Avrupa ülkeleri, cehalet içinde, korkunç bir karanlıkta, hayata tutunmaya çalışıyordu.
İslam medeniyetinin önüne geçilmez yükselişi ve gelişimi tabii olarak bu muhteşem gelişimin dışında kalmış gerek doğulu gerekse batılı barbar ve cahil toplulukların dikkatini celb etmiş, bu topluluklar kimi zaman Müslümanlara saldırmaya kimi zaman onları anlamaya yönelik girişimlerde bulunmuştu.
İslam’ın kanaatkar aydınlık yüzü ile doğudan ve batıdan gözü doymak bilmez karanlık cahil yığınlar arasında yüzyıllar süren savaş ve mücadelelerin neticesinde, çoğu müslümanların kendi aralarındaki fitnelere yenilmesi sebebiyle, Endülüs, Sicilya, Bağdat, Buharave Kudüs gibi ümmetin gözbebeği niteliğindeki başkentler düştü, Müslümanlar bölünüp parçalandı ve zayıfladı. Ancak düşüş ve yükseliş dalgalarına rağmen İslam’ın İnsanlık mefkuresi Avrupa’da yükselen güç ve dünya görüşünü çok geride bırakıyordu.
İşte bu durum, önceleri ferdi çabalar şeklinde olmakla beraber daha sonra doğrudan devlet eliyle ve akademik kurumların teşvikiyle batılı ilim adamlarını başta İslam olmak üzere Afrika ve Uzak Doğu ülkelerini de içeren “Doğu”yu araştırmaya yöneltti ve böylece “Oryantalizm” ya da diğer adıyla “Şarkiyatçılık” ortaya çıkmış oldu.
Avrupa’nın özellikle iktisadi ve askeri anlamda dünyada hakim güç olmaya başladığı ve sanayi devriminin yaşandığı yıllarda oryantalizm, giderek ilgi duyulan bir alan haline geldi. Oryantalizm, bazen işgal edilen ülkelerin nasıl sömürülebileceğine dair bilgi edinmek, bazen Avrupa’nın üstünlüğünü gösterebilmek açısından “Doğu” ile karşılaştırmalar yapmak, bazen ise madden yenilmiş “Doğu”nun medeniyet kaynağı olan İslam’ı anlamak mümkünse manen de zayıflamasını sağlamak için kullanılan bir araçtı.
Zira gözü doymak bilmez aç Avrupa, Endülüs’ün düşüşünü müteakip yeniden doğmuş, “Rönesans” yaşamıştı. Kızılderili halklara ait ülkeleri “yeni toprakları keşif” ve “vahşileri medenileştirme” olarak dünyaya lanse eden aç Avrupalılar, kısa sürede dünyanın en büyük deniz filolarını kurmuş, gariban afrikalıları köleleştirmiş ardından hiçbir zaman doyamayacakları dünyalıkları elde etmek adına tamahkarca sağa sola saldırmıştı. Hal böyleyken iş güçlerine ve üretecekleri hammaddelerine ihtiyaç duydukları fakir halkları kandırmanın yolunu arayan Avrupalılar, sözümona aydınlanma devrinde,Oryantalizm akımını üst bir seviyeye taşıyarak bu yolun kapısını açmayı nihayet başarabilmişti.
Avrupalılar, bir taraftan “Doğu”yu daha yakından tanıyıp buna göre sömürü stratejileri hazırlarken, diğer taraftan “Doğu”ya tesir etmeye çalışıyor ve gerekiyorsa aynı inaç çerçevesinde kalmak üzere kendisine hizmet edecek yeni akımlar oluşturmak için çaba sarf ediyordu.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ve 20. Yüzyılın başında Afrika’da, Asya’da, uzakdoğu ve bir kısım Güneydoğu Asya ülkesinde uğraş veren Avrupalı Misyoner ve müsteşrikler, bölge eliti, akademyası ve din sınıfı üzerinde bir dereceye kadar etkili olmayı başardı ve bu bölgelerde, özellikle doğrudan sömürülen ülkelerde, inanç reformlarına yol açtı.
Avrupa’nın özellikle Asya, Afrika, Hint alt kıtasında ve birçok sömürge ülkesinde “Oryantalizm” anahtarıyla açmayı başardığı bu inanç reformları İslam coğrafyasında ise şiddetle reddedildi ve yer yer bazı istisnai durumlar ortaya çıktıysa da İslam ümmeti dinde reformu kabul etmedi. Buna karşın İslam ümmeti, dinin esasına ve asli çerçevesine zarar vermeyecek, sosyal, siyasal ve ekonomik ıslahat için çaba sarf eden hareketlerin varlığına ise destek verdi.
Ancak tabii olarak Batı, İslam’ın peşini brakmamış müsteşrikleriyle (oryantalist)ve onlardan etkilenen ümmet içindeki reformistlerle, Hadis ve Sünnete, İslam şeriatına, İslam dinine zarar çabası gütmüştür. İşte bu çabalar uzun bir dönem ümmet içinde makes bulmamıştır. Ancak baktığımızda özellikle siyasal fitne ve savaş zamanlarında ümmet içindeki reform yanlısı müsteşrik varislerinin güçlenmeye başladığına şahit olmaktayız.
Aşağı yukarı bir asırdan beri savaş ve kriz dönemlerinde, yine çoğu Batı tarafından sevk ve kontrol edilen basın yayın medya kuruluşları, İslam dininin çağa ayak uyduramadığı, yetersiz kaldığı, fıkhın gereksiz olduğu, hadislerin mesnedsiz olduğu, tek başın Kuran-ı Kerim’in yeterli olduğu şeklinde algı operasyonları gerçekleştirmiştir.
Şimdiye kadar belirli oranda ve her seferinde biraz daha başarılı olan bu oyun, günümüzde ise had safhaya çıkmıştır. İslam dünyasında yaşanan kanlı savaş ve zulümler Batı menşeli medya ve müsteşriklerden etkilenmiş bir kısım zevatın yürüttüğü propagandalar müslümanları giderek daha az dindarlaştırmaya ve mümkünse dinden çıkarmaya yönelik algı operasyonlarıdır.
Müslümanların gerçek İslam’ı kaybetmeye başlaması durumunda ise karşılarında bulacakları şey, zamanımızın sömürge imparatorlukları tarafından elden ayaktan düşürülmüş ılımlı bir İslam modelidir. Müslümanların iman ve islam anlamında bugün en dikkat etmesi gereken hususlardan biri de işte bu tuzaktır.
“Onlar tuzak kuruyorlar. Allah da tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır” (Enfal 30)
Mehmet Fırat Tüm Yazıları