Genel manada siyaset, insan topluluklarını yönetme, devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıdır. Kısa ve öz tanımı ile ülke, devlet ve insan yönetimidir.
İslâm’da siyaset, keyfi yorumlara ve arzulara göre şekillendirilecek bir oluşum değildir. Buradan da, İslâm’da siyasetin İlâhî ve manevî bir hedefi ve gayesinin olduğunu anlıyoruz.
Bunun için de din-devlet, din-toplum, toplum-devlet, fert-toplum ilişkileri İlâhî emirlere ve referanslara göre düzenlenir.
Demokrasi ile siyasal katılım arasındaki ilişkilerin boyutlarını irdelediğimizde daha farklı oluşumlarla karşılaşıyoruz.
Her demokratik sistem, aslında birtakım güç odaklarının hâkim olduğu rejimin adıdır. Bu güç odakları egemenliklerini sürdürmek ve çarklarının dönmesi için halka sadece payandalık/figüranlık görevi verir. Mevcut rejim içerisinde halk, seçimlerde mevcut partilerden birini veya kişiyi seçer. Halk da seçimle birilerini seçmekle kendisinin egemen olduğunu zannedebilir. Yani millete sadece kendisini kimlerin yöneteceği soruluyor. Ne tür bir rejimle yönetileceği sorulmuyor. Kısaca demokratik yönetimlerde, halkın kendisine farklı bir rejim seçme hürriyeti yoktur.
Halk, farklı bir rejim istemeye kalksa, demokrasinin refleksleri, egemenleri ve sistemden beslenen birtakım güç odakları harekete geçer ve böyle bir şeye izin vermez. Demokrasilerin egemenleri dediğimiz güç odakları, iktidar seçkinleri, sermaye grupları, uluslararası şirketler, medya ve yüksek bürokrasi daima arka planda sistemi kontrol eder ve yönetir.
İktidara gelen siyasî partilerin politikaları ne olursa olsun, devlet politikaları; ülke seçkinlerinin, medyanın, sermaye gruplarının ve birtakım güç odaklarının çıkarlarını korumaktır. Bu güç odakları hükümetler üzerinde sürekli bir baskı oluştururlar. Bunlar, siyasetçileri etkileyerek, siyasî kararların kendi lehlerine/menfaatlerine uygun bir şekilde çıkmasını sağlarlar. Politikacılar, hükümetlerden destek bekleyen bu güç odaklarının iş takipçileri gibi çalışırlar.
Demokrasilerde, daima güçlülerin çıkar politikaları hâkim olur. Eğer hükümetler, iktidarda kalmak istiyorlarsa, sermaye gruplarına yeteri kadar destek vermek, güç odaklarını memnun etmek ve medya desteğini arttırmak zorundadır. Yeteri kadar bu grupları memnun etmeyen ve bunlarla arası bozuk olan iktidarların ömrü uzun olmaz. Geniş halk kitleleri de, seçimlerden seçime iktidarları tespit ederler. Ama kendileri için önemli değişiklikler olmaz. Bu durum, demokrasinin yapısal özelliğinin bir gereğidir.
Siyasette adaylar, seçilebilmek için hem kendileri hem de bağlı oldukları siyasî partileri para harcamak zorundadır. Bu harcamalar ya kendi kaynaklarından veya birtakım servet sahipleri tarafından daha fazlasıyla geri dönüştürmek kaydıyla finanse edilmektedir. Hiç kimse babasının hayrına bir siyasî partiyi ve siyasetçiyi finanse etmez.
Siyasî partiler, iktidara gelmek için aynı zamanda birtakım grupların (birlikler, odalar, kulüpler, dernekler, vakıflar, cemaatler v.s) güç ve itibarını kullanır. İktidara geldiği zaman da kendi zenginini, medyasını ve kurumlarını oluşturur, mevcutlarının etkilerinin artmasına fırsat verir. Demokrasilerde, siyaset ile sermaye ve çıkar grupları vazgeçilemez bir ilişki içerisindedirler. Sonuçta, bu güçler siyasî iktidarı kendi çıkarlarına göre yönlendirirler ve her dediklerini yaptırırlar. Demokrasiyi de yine kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirirler, aslında bu diktatörlüğün ta kendisidir.
Demokrasi ayrıcalıklı birtakım sermaye ve güç odakları oluşturma yöntemi ve bu grupların hâkim olduğu bir rejimdir. Hırsızlara, vurgunculara ve soygunculara kalkan/zırh olan bir yönetim şekli de diyebiliriz. Fakat günümüzde küreselleşme olgusunun etkisiyle bu güç odaklarının en etkilisi sermaye oldu. Yani demokrasi, sermayenin hâkimiyetine ve uluslararası şirketlerin kontrolüne geçti. Dolayısıyla vatandaş da sermayenin kasaplarına teslim edilmiş oluyor. Demokrasilerde şirketlerin, elit kesimlerin ve zengin bireylerin siyasî iktidara erişimleri çok kolay olduğu için, ülke kaynaklarını kendi lehlerine/çıkarlarına göre rahatça kullanırlar. Bunları yaparken de önemli bir engelle karşılaşmazlar. Siyasî iktidara erişimin farklılık göstermesi demokrasinin en temel prensibinden biri olan eşitlik prensibini hükümsüz kılar.
Seçimlerdeki baraj sistemi de ayrı bir sorun. Bir parti ne kadar oy alırsa alsın o barajı geçemezse hâkimiyet hakkını kullanamaz. Hâkimiyet herkeste eşit olması ve temsilini de eşit yansıtması gerekiyor. Oysa fikir ve görüşleri ifade etmek özgürlüklerin demokrasi açısından vazgeçilmez unsurudur. Toplumların kendi kendisini temsil etmesi ve yönetmesi burada da havada kalmaktadır.
Demokrasi; baskıyı, eşitsizliği ve adaletsizliği de ey iyi bir şekilde gizleyebilen bir sistemdir. Demokrasi, teoride yasa yapma ve yönetme de halkın iradesi üzerinde ilâhî otorite dâhil hiçbir otorite kabul etmeyen bir yönetim sistemidir. Pratikte ise halkın iradesinin ilâhlığını bile sağlayamayıp, seçkinlerin, birtakım güç odaklarının ve büyük sermaye oligarşilerinin ilâhlığına dönüşen modern cahiliye sisteminin kendisidir. Batılı, herkese bir şekilde içerisinde rol verdiği demokrasi tiyatrosunda oyununu oynamaya devam ediyor.
Fatih Oruç Tüm Yazıları