Unutulanlar, unutanları asla unutmazlar. Teknik açıdan bu böyledir. Unutulanlar, “Sen beni unutursan ben de seni unuturum” kabadayılığını yapamazlar. Unutmak isterlerse dahi onları unutamazlar. Öyle bir şansları yok çünkü. “Ruhlarındaki sızı” buna müsaade etmez. Bu sızı, beynin beş lobuna sürekli kan pompalar. Vaziyeti taze tutar. Unutanlar nasıl unutulabilir ki?
Unutulanlar, unutanlara ya bir duada, ya da bir bed-duada hatır merkezinde bir lobda yer ayırırlar. Unutulanlar ya bu dünyada ya da rûz-i mahşerde bir diken olup unutanlara batarlar. Belki bu yazı unutanların unutkanlıklarını giderecek bir nane şekeri olur da zihinlerinin kılcal damarlarını açar.
Adamın biri haksız yere zindana atılmış ve unutulmuştu. Karanlık çökmeye başladı mı hemen ibadet etmeye koyulur, Allah’a yalvarıp yakarmaya başlardı. Zindandan çıkışın anahtarı olarak bildiği şu duayı dilinden düşürmezdi:
“Ya sâmi’e kûlle sawtin. Yâ kâsiyel-îzamî lehmen bâ’dâl-mewt we yâ men ecabe en-Nuh hîyne nâdâhû, we keşefe ed-Dûrra ‘ân Eyyûb fîy belwâhû we semi’e Yâ’qûb fîy şekwâhû we radde îleyhî Yûwsûf we exahû ferrîc ‘eleyye.(Ey bütün sesleri işiten, ölümden sonra kemiklere et giydirecek olan Allah’ım…). Padişah yüksek rakımlı bir yerde oturuyor. Biz ise deniz seviyesine sıfır, yer seviyesine sıfırın altında bir noktada, bir yerdeyiz. Bana bir çıkış yolu aç” diye dua ederdi. Zaten kolcular onun içeri alınmasına bir mana verememişlerdi...
Allah duasına icabet etti ve kabul etti…
Padişah bir gece uykudan kan ter içinde uyandı. Korkunç bir rüya görmüştü. Padişah dikdörtgen şeklinde büyük bir adanın üzerinde, her bir ayağı adanın bir köşesine kurulmuş dört ayaklı büyük bir tahtın üzerinde oturmuştu. Tahtı adayı baştanbaşa kaplıyordu. Tahtın sağ ön ayağının kırıldığını ve kendisi ile beraber adanın da denize battığını gördü. Böyle bir rüyadan sadece kan-ter içinde uyanmak da Allah’ın bir lütfuydu…
Tabircileri çağırdı. Tabircibaşı rüyanın şifresini hemen çözdü: “Efendim, rüyada kürsü-taht mevki demek, makam demek, kudret demek, itibar demektir. Ada, hâkimiyetiniz altındaki ülke demektir. Kürsünün bütün adayı kaplaması, her bir köşesinde bir ayağının olması demek, gücünüzün itibarınızın ve saygınlığınızın ülkeyi baştanbaşa kaplaması, sarması demektir. Ülkenin tek hâkimi sizsiniz demektir. Bir kürsü dört ayakla ayaktadır. Ülke de dört ayak üzerine durur; Adalet, ekonomi, eğitim ve garibanların duası. Bunlardan bir tanesi dahi yıkılsa siz de iktidardan düşersiniz ve sizinle beraber ülkenin de sulara gömülmesi mukadderdir. Ben kürsünün sağ ön ayağının adalet olduğunu düşünüyorum. Görünen o ki, adalet konusunda bir şeyler ters gidiyor. İyisi mi siz Adalet Bakanınızı pardon Vezirinizi çağırın ve geniş bir araştırma yaptırın. Zindanda haksız yere yatanlar var mı? Bir baksınlar. O da zindancıbaşını çağırsın. Gece namaz kılıp yalvar yakar dua edenlerin listesini çıkarsın… Eğer öyleleri varsa, gariban aileleri de dualarını kesmişlerdir demektir. Kısacası bütün ayaklar, adalet ayağına bağlıdır. O ayak düştü mü diğer ayaklar da iş göremez durumuna düşer”
Padişah mesajı almıştı. Şimdi de gönül alma zamanıydı. Hemen adalet, ekonomi, eğitim ve garibanların duasını teftiş için de aile vezirlerini çağırıp bir toplantı düzenledi. Bu hızlı kol sıvamadan herkes padişahın bir paket hazırlayacağını anlamıştı. Paketin bomba imha uzmanlarının fünye ile patlattığında boş çıkan paketlerden olması halinde... Bu cümleyi nasıl tamamlayacağımı bilemedim doğrusu. Bırakalım cümlemiz de dağınık kalsın…
Rüya bitmemişti. Padişah, rüyanın en heyecanlı yerinde uyanmıştı. Toplantının sonucuna göre padişah başını yastığa koyduğunda yarım kalan rüya devam edecek…