Yazımıza önce fıkra gibi bir hikâye ile başlayalım. Anlatılır ki Osmanlı döneminde Kûrdistan’ın sarp dağ köylerinin birinde 15 yaşındaki bir genç medreseye gitmek, ilim tahsil etmek için köyden ayrılır. Bizim buraların diliyle “Diçe feqatîyê.” Sarf ilminin temel kitapları olan Emsile, Bina Maksûd ve İzzî’yi dört ayda ezberleyerek köye döner.
O zamanlar bugün gibi değildi. İlim işportaya düşmemişti. İlme ve âlime çok büyük değer verilirdi. Onun köye döndüğünü haber alan köylüler, ona bir “Hoş geldin” demek ve yeni Seydalarından bir vaaz dinlemek için evlerine gitmeye karar verirler.
İçerisi köylülerle dolu, bütün gözler onun üzerinde. Herkes çiçeği burnundaki bu yeni yetme “âlimi” bir e’uzu çekerek vaaza başlamasını beklemektedir. Seyda bir sinyal vermeyince köylülerden birisi sözü açar: “Seyda bize bir vaaz verseydin. Bize bazı nasihatlerde bulunsaydın. Bizim gibi cahillerin sizin gibi okumuşlara, nasihatlerine ve irşadatlarına ihtiyacı vardır, keremke(buyurun)” demiş…
Tırnak içinde “Seyda” afallamış. “Seyda mı?” diye geçirmiş içinden. Kendisinden böylesi büyük bir beklenti içinde olmalarına bir anlam verememiş. Başı belaya girdiğini anlamış: “Gelî gûndîna! Değerli köylülerim! Ben sadece Emsile, Bina, Maksûd ve Îzzî kitaplarını okumuşum. Bu kitaplar da sarf ilminin kitaplarıdır. Kelime bilgisidir. Vaaz verebileceğim bir seviyede değilim. Ben mübtediyim, daha işin ilk merhalesindeyim” diyerek izah etmeye çalışmışsa da başaramamış. Köylüler 404 gibi “Seydaya” yapışmışlar. Gencimizin açıklamaları onları tatmin etmemiş.
Başka bir köylü araya girmiş ve onu cesaretlendirmeye çalışmış: “Seyda! Xwe li me giran neke (Seyda haydi naz etmeyi bırak) hepimiz bu akşam senin için gelmişiz ve senden bir vaaz dinlemek için buradayız” demiş.
Başka bir köylü araya girmiş: “Az önce sen sarf ilmini okuduk, demedin mi? Bak ilim okumuşsun. Bize sarf ilmini anlat işte!” demiş. Etrafını dört koldan sarmışlar. Seyda bu işin kaçarının olmadığı anlamış.
Bina kitabını eline almış, açmış bir e’uzu ve besmele çekmiş. Oda sessizliğe bürünmüş. Hemdele ve salweleden sonra vaaza başlamış. هذا كتاب البناء في التصريف Gelî gûndîna! Değerli köylülerim bu kitap cehennemden bahseden önemli kitaplardan bir tanesidir. إعلمْ değerli köylülerimiz biliniz ki, tabi her Müslümanın bunu bilmesi lazım gelir ki أنّ أبواب التصريف خمسة و ثلاثون بابا biliniz ki cehennemin kapıları otuz beş tanedir. Yani cehennemin otuz beş kapısı vardır. ستّة منها bunlardan altı tanesi نعوذ باللهAllah muhafaza…” diyerek Bina kitabının başındaki “Bil ki sarf otuz beş bölümdür. Bunlardan altı tanesi üç harfli fiillerdir” anlamına gelen cümleyi bir vaaza uyarlamış ve işin içinden çıkmış. Eğitim-Öğretim hayatının ilk handikabını da böylece aşmış.
Geçen ayın en önemli gündem maddelerimizden bir tanesi de farklı il ve ilçelerden İttihadûl-Ûlema bünyesindeki medreselerde yüzlerce öğrencinin –Bunların önemli bir kısmını kızların oluşturması ayrı bir önemdeydi- icazet almasıydı. İcazetlerinin hepsine ve bize mübarek olmasını dilerken, başarılarını tebrik ediyorum. Ümmete hayırlı evlatlar olmalarını ve hayırlı evlatlar yetiştirmelerini Allah’tan diliyorum.
Bu kardeşlerimiz de daha yolun başında olduklarını, ehliyet aldıklarını ama daha trafiğe çıkmadıklarının bilincinde olmalıdırlar. Daha bir köy odasında إعلمْ diyerek birinci vitese atıp kalkış yapmadıklarını, bir handikapla karşılaşmadıklarını söyleyelim. En azından önemli bir kesim için diyelim. İbnul Faris icazeti “Bir âlimin ilmini talebesine aktarması” olarak tanımlar. İcazetlerini alan bu talebelerin kendilerini geliştirerek, kendilerine aktarılanı ve öğrendikleri bilgileri halka aktarmaları kendileri için bir sorumluluktur artık. Her ne kadar dört yıllık zorlu eğitim süreci diye tanımlansa da aslında zorluklar onlar için bundan sonra başlıyor. Çünkü ilim insanı harekete geçiren en kaliteli yakıttır. Sadece yakıt olsa… Bir de ağır bir yüktür.
Sarf ve nahiv ilimlerini en ince detaylarına kadar bildiğini söyleyen bir kardeşimiz cezaevine gelmişti. Bir seydamız onu test etmek amacıyla ona bazı sorular sordu. Doğru söylemişti. Bütün sorulara doğru cevap veriyordu. Seydamız ona şunu söyledi: “Elinde bir M-16 var ama şarjörün ve mermilerin yok”
Bunu bizim icazet alan talebelerimiz için biraz ileriye götürebiliriz. Bizimkilerin her türlü teçhizatları var. Ve Allah’ın yardımıyla çok şey başarabilirler. Eskiden bir âlim bir köyde, bir ilçede, bir şehirde dengeleri sağlamada en önemli unsurdu. Ortalıkta âlim dediğimiz kişiler kaynamasına rağmen aynı şeyi söyleyemiyoruz. Bunun sebepleri üzerinde düşünülmelidir. Performanslarıyla yine bize altın bir çağ yaşatabilirler yeni seydalarımız.
Bu talebelerimiz “Ya âlim (öğreten) ol, ya mute’allim (öğrenen) ol, ya dinleyen ol ya da bunları seven ol” hadisinin bütün gerekliliklerini yerine getirmişlerdir. Allah’u Teâla onlara “Yürü ya kulum” demiştir. Artık onlara ana yoldan sapmadan yürümek kalmıştır. İnşaallah yolumuzu aydınlatan birer kandil olurlar.
İlim yolunun yolcuları talebelerimizi sahaya uğurlarken onlara medreselerimizden fıkra gibi bir hikâye anlatarak bitirelim.
Adamın biri bir gün bir Seydaya gelir ve “Bana Arapça kısa bir dua öğret” demiş. Seyda da ona: “Arapça duaya ne yapacaksın? Kendi dilinde nelere ihtiyacın varsa uzun uzun Allah’tan iste” demiş. Bu konu aralarında uzamış, tartışmaya dönmüş. Seyda da bakmış ki olacağı yok ona kısa bir dua öğretmek zorunda kalmış. Şu duayı ezberle demiş: أللهمّ اجعلني دبّا على جبل . Adam hemen ezberlemiş ve her namazdan sonra bu duayı ediyormuş. Bir gün yine bu duayı okurken sesi yanı başındaki Arapça bilen birisine gitmiş. Hemen adama müdahale etmiş: “Ne söylediğinin farkında mısın?” “Evet, Arapça bir dua okuyorum” diye cevaplamış. “Tamam, Arapça dua ediyorsun onu biliyorum. Anlamını biliyor musun?” diye tekrar sormuş. Adam “Hayır, bilmiyorum” deyince Arapça bilen adam ona anlamını söylemiş: “Allah’ım beni bir dağ başında bir ayı yap” diyorsun.
Bu ayda da bize yazı yazma imkânını veren bölgemizi manen kalkındırmalarını umut ettiğimiz bir kafile âlim daha bağışlayan Allah’a şükürler olsun. Kafilenin yola dizilmesinde emeği geçen herkesten de Allah razı olsun.