Önyargılardan kurtulmuş olarak okuyan, araştıran batılı aydınlar ya Müslüman oluyor ya da doğrunun hakkını veriyorlar. Doğruyu arayan ve hakkını veren Alman siyasetinin önemli simalarından Bebel 1840’ta Köln’de doğdu. Siyasi faaliyetlerine bir Marksist olarak işçi hareketine katılmakla başladı. 1869’da Sosyal Demokrat Partiyi kurdu. Vatana ihanet suçlamasıyla tutuklandı. Cezaevi çıkışı Sosyal Demokrat İşçi Partisinin kuruluşuna katıldı. Yaşı ilerledikçe aşırı – fanatik fikirlerinden vazgeçerek daha ılımlı bir yola girdi.
Marksizm’den umduğunu bulamayınca yaptığı araştırmalar sonucu İslam Medeniyetine yöneldi. “ Hz.Muhammed ve Arap-İslam Kültürü Dönemi” isimli eserini yazdı.
Avrupa’da din, mezhep ve sınıflar arası savaş; Kilise ve din adamlarının halk üzerindeki baskısı onu Endülüs İslam medeniyetini araştırmaya itti. Kitabında İspanya’da İslam öncesi mezhepler savaşının acımazsızlığını, Roma İmparatorluğundan beri burada bulunan Yahudilerin katledilip, zorla Hıristiyanlaştırılmalarından sonra burayı Fetheden Müslümanların tavrını yazıyor.
“Ruhban sınıfı daha yeni yerleşmişti ki, Aryan inancına sadık olanlar bağnazca takip edilmeye başlandı. Roma döneminden beri burada yaşayan Yahudiler takip ediliyor, servetleri yağmalanıyor, çocukları ellerinden alınıp Hıristiyan olarak yetiştiriliyorlardı. Soyluların ve din adamlarının güçlenmesiyle halk iyice yoksulluğa sürüklendi. 8. yüzyılın başında din adamlarının yardımıyla devrilen Kral Witiza’nın yerine geçen yeni kral Roderich (Rodrigo), minnet borcu olarak 90 bin Yahudi’yi zorla Hıristiyanlaştırdı. Kızı aynı Kral tarafından tecavüze uğrayan Centa valisinin yardım istemesi üzerine Kuzey Afrika’yı yöneten Ebu Musa’nın yaveri Tarık bin Ziyad onların da yardımıyla İspanya’yı fethetti. İspanya’ya egemen olan Müslümanlar, Hıristiyan ve Yahudileri dini vecibelerini yerine getirmekte serbest bıraktılar. Toprak ve arazi eğer sahibi var ise ona bırakıldı. Buna karşılık İslam Anayasası yürürlüğe kondu. İspanya nihayet rahat bir nefes almıştı. Her şey birkaç yıl içinde nerdeyse kökünden değişmiş gibiydi…”
“Müslümanları Hıristiyanlardan ayıran önemli bir hususta temizlikti. Müslümanlar yerleştikleri yerlerde ilk olarak geniş ve halka açık hamamlar yapıyorlardı. Oysa aynı dönemde Hıristiyan azizler ve kendini dine adamış kimseler, özellikle pislik ve kir içinde, börtü böcekle birlikte yaşamayı Tanrının gözüne girmeyi (takva) sanıyorlardı. Yıkanmak, üst baş değiştirmek, dünyaya dönük çaba saydıklarından günahın da belirtisiydi.
Ayrıca Aziz Silvania’nın 60 yaşına kadar ne elini, ne de yüzünü, ne de vücudunun başka herhangi bir yerini yıkamamış olmakla ünlü olduğu, yalnızca komünyon toplantılarına giderken parmak uçlarını suya batırdığını bilmeyen mi var? İslamiyet ise her Müslüman’ın her gün yıkanmasını ve tertemiz olmasını zorunlu kılar. Müslümanların bu kültürü sayesinde Kurtuba’da, başkaca hiçbir büyük kentte rastlanılmasına imkân olmayan bir sayıda, tam 990 tane halka açık hamam bulunmaktaydı.”
İspanya dışındaki Avrupa’da Üniversite adına layık iki üniversite varken; İspanya’da 70 büyük halk kitaplığı bulunuyor ve yalnızca Kurtuba’daki kitaplığın kitap sayısı 600 binlere ulaşıyordu. 17 Yüksek okulda Hıristiyan ve Museviler Müslümanlarla birlikte dostça- barış içinde, birbirleriyle yarışırcasına eğitim görüyorlardı. Kültür ve düşünce alanındaki bu büyük atılımlar, Hıristiyan din adamlarının huzurunu kaçırmakta gecikmeyecekti elbette…”
“Hıristiyanlar İspanya’ya hâkim olunca Endülüslere (Müslüman) ve Yahudilere acımazsız bir zulüm başlattılar. Verdikleri sözlere rağmen teslim şartlarına uymadılar. Camiler tahrip edildi, binlerce Müslüman ve Yahudi katledildi ya da her türlü şiddete başvurularak Hıristiyanlaştırıldı. Yıkıp yok etme hıncı özellikle Eğitim ve Öğretim kurumlarına büyük bir hırsla saldırıldı. Yüksek okullar kapatıldı, kitaplar yakıldı, bilimsel aygıtlar kırılıp parçalandı, böylece paha biçilmez kitap ve bilgi kaynakları yok edildi. Kardinal Ximenes, bir milyon cildin yok edilmesi için emir vermiş olmakla övünürdü. İspanyol din adamları “ İspanya toprağı üzerinde bir tek Morisko (Endülüs Müslüman’ı) yaşadığı sürece, Hıristiyanlığın zaferi tamamlanmamış demektir” diyorlardı.
Domeniken Rahibi Bleda, Hıristiyanlığa dönmüş bile olsa, bunun dürüstçe ve içten bir dönüş olup olmadığı bilinemeyeceğine göre, her Endülüslünün kafasını koparmanın ve daha iyisi, hepsini öldürmenin ve kendine dönmüş olanları belirleyebilme ve ödüllendirme işini Tanrıya bırakmanın en doğru yol olacağını söylemişti. 1609’da Kral 3. Fhillip’in fermanıyla ülkeden sürülen Endülüs kökenliler, her türlü kötü muameleye uğradılar; kadınlara tecavüz edildi, erkekler öldürüldü, çocuklar denize atıldı. Don Kişot’un ünlü yazarı Cervantes bile bu yapılanlara alkış tutmakta tereddüt etmedi…”
Avrupalı bir aydının dile getirdiği bu saldırlar, maalesef bugün coğrafyamıza taşınmış. Söyleyin bakalım; kim medeni, kim terörist?