Önceki Cuma günü tüm çocuklarımız karnelerini aldılar. O karnelerin sonucu neyse bilelim ki, o sonuçlar tamamen bizlerin karne notlarından ibarettir. Bizim buralarda şöyle bir kaide geçerlidir. Çocuk iyi not almış ise babasının oğlu-kızı, kime çekmiş ki denilerek övülür. Yok, eğer kötü almış ise ne biçim evlatsın, ya da senin arkadaşların takdirler getirirken senin notlara bakmaya utanıyorum denilerek yerilir. Her iki bakış açısı da yanlış ve yanıldığımızı da kabul etmemiz gerekir.
Karne iyi ise ilgilenmişiz demektir ve aynı karne bizim için de geçerlidir. Çocuğumuzla, öğretmenleriyle ve çalışma ortamıyla ilgili isabetli paslaşmalar yapmış oluyoruz. Yok, eğer zıttı yani kötü ise karne sadece bizim için geçerlidir. O karnenin çocukla yakından uzaktan alakası yoktur. Alınan zayıfların hiç birisini o çocuk hak etmemiştir. Çocukla ilgilenilmemiş, okulda durumu sorulmamış, hiçbir öğretmeniyle istişare edilmemiş, ders çalışma ortamı hazırlanılmamış ise, çocuk başarılı olamaz, yüksek not getiremez. Haliyle düşük karne notlarıyla, hüzünlü, isteksizce evin yolunu tutar. Ve evde bir ton fırça…
Yazıktır, günahtır. Çocuklarımızın daha geleceklerinin başlangıcındayken zekâlarıyla alay ederek, küçük düşürerek rencide edip, hayallerini karartmayalım. Sahipsiz bırakmadan sahip çıkalım. Destek vererek zayıfların girdabında onları yalnız bırakmadan, gerçek ve bilinçli veliler olarak elimizi uzatalım.
Şayet şimdiye kadar çocuklarımızı öylece sahipsiz bırakmışsak dahi, bundan sonra uyanalım el birliğiyle başarılara imza atalım. Başarı; birlikten, uyumdan ve çalışılabilen ortamdan gelir şüphesiz.
Peki, neyle beraber başarı güzel olur, onu da telaffuz etmekte fayda vardır. O da kuşkusuz din ve diyanetimizdir. Dinini bilmeyen kendini bilemez, kendini bilmeyen, başkasına da faydalı olamaz, başkasına yani toplumuna faydalı olamayan kişinin hayatı kocaman ‘boşlardan’ ibaret olacak. Velev ki doktor olsun, mühendis olsun hiç fark etmez hayırsız ve faydasız ise hiç yaşamasın daha iyi olur düşüncesindeyim.
Dinimizi güzel bir şekilde öğrenebilmemiz için de diyanete, camii imamlarına ve bu sorumluluğun bilincinde olan tüm şahıslara çok iş düşüyor. Özellikle bu 15 günlük tatili fırsat bilerek çocuklarımızı camilere yönlendirip alıştıralım-sevdirelim. Camide hocadan çocuklarımıza abdest almasını, namaz kıldırmasını, öncelik olan helal-haramları vesaire öğretmesini isteyelim. Peygamber’imizin ve tüm peygamberlerin yaşamlarını anlatarak tanıtalım, sevdirelim.
Hiç unutmuyorum, her tefekkür ettiğimde ne kadar da kötü bir durumda olduğumuzun kanaatine varıyorum. Geçmişte bir olay yaşamış ve etkisinde kalmıştım. Bu olay öyle ürpertti ki beni unutmam da imkânsız zaten. Biz İstanbul’da çalışıyorduk. İş arkadaşlarımızın hemen hemen hepsi bizim buralardan gitmiş evin nafakası için çabalayan kişilerden ibaretti. Genelde de kürdçe konuşuyorduk. Fırsat buldukça da çevremizdekilere dini bilgileri aktarmaya gayret ederdik. Bir gün beraber çalıştığımız, çocukları okula gidebilecek kadar büyümüş, anne babası sürekli namaz kılan Batman’ın çevre ilçelerinin birinden olan 30’lu yaşlardaki bir arkadaşa Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in ismini sordum. Öyle bir cevap verdi ki, tüylerim dikenden farksız, dizlerim fersiz, başım utancından yere baka kalmıştı. kulaklarıma inanamadım, sağır kesilsin istedim. Hüngür hüngür ağlamak istedim halimize…
Verdiği cevap neydi biliyor musunuz?
Aslında isimlerini biliyordum lakin şuan unutmuşum. Ama bilmediğimin zannına kapılma “evimizin duvarına asılı çok fotoğrafları var…” Bu sözler her şeyi anlatıyor. Çocuklarımızı işe-okula kaldırmanın aşkı namaza kaldırmanın önüne geçmiş hatta tamamıyla tabloyu kapatmıştır da diyebiliriz.
Bu derecelere varmadan, ağaç yaş iken eğilir desturunca çocuklarımızın İslami eğitimine özen gösterelim. Her fırsatta dini bilgilerle takviye yapalım. Evimizde biran olsun televizyonu kapatıp İslami sohbetler yapalım-yaptıralım. İkinci evleri olarak camileri bilip cemaate iştirak etsinler-etmeliler…
Cami gençliğinin sokak gençliğinin önüne geçtiği vakitlerin yakın olması duasıyla…