Ben bir rehber düşledim düşlerimde; Huseyn’vari yiğitlikle ön saflarda çarpışan. Ben bir yiğit hayal ettim hayallerimde; Selahaddin’i ferasetle ümmeti uçurumdan kurtaran. Ben bir ümmet özledim özelde; âlimi amil, imamı kâmil, fertleri cahit, sözleri ahit, felçlileri mücahit. Ben bir Şeyh Ahmet Yasin gördüm gerçeklerde; düş değil, hayal değil, temenni ise hiç değil. Tamamıyla gerçek olan bir destan, ben bir imam diyeceğim, sizler Şeyh deyin. Ben bir vaiz diyeceğim, sizler söyledikleri ile amel eden bir hatip deyin. Ben bir mücahit diyeceğim, sizler mevziden mevziye mücahitleri kurtarmaya giden elleri öpülesi komutan deyin. Tekerlekli sandalyeye mahkûm olup zalime korku salan yüce bir zat…
Hepiniz hatırlarsınız asr-ı saadet, asr-ı saadet olmadan önce zalimlerin güç göstergesi olarak mazlum, perişan, be kes mustazaflara eziyet çektirerek, (Bilal-Habbab) katlederek (Sümeyye-Yasir) ne kadar cesur(!) olduklarını kanıtlıyorlardı. Hani Abdullah ibni Mesud kabede Rahman suresini okurken, o kendini bilmezler çullanmıştılar ya üzerine… Hani sahabeler tarif ederlerken ya onu, kıpkırmızı bir put halini almıştı diyorlardı ya hani, hatırladınız değil mi? İşte o kıpkırmızı bir puta benzeyen, ağzı-gözü yara bere içinde olan suratındaki kanda dahi ayak izi olan o mübarek sahabenin, yaralı, yerden kalkamadığı anda bile dudağından şu kelime dökülüyordu. Anam babam sana feda olsun Ya Resulalah, müşrikleri hiç böyle aciz, hakir ve perişan görmemiştim. İzin ver Ya Resulallah bir daha gideyim ve bir daha o sureyi yüzlerine okuyayım. Çok anlamlı değil mi? dayağı yiyen o, yerden kalkamayan o ama aciz olan onlar…
Ne güzel söylemişti Üstad Said-e Kurdi; Hakiki imanı elde eden kâinata meyden okur. İşte buydu Şeyh. Hakiki imanı kalbinde nakş etmiş olmalı ki, tekerlekli sandalyede, felçli haliyle tank tüfeğe meydan okuyabiliyordu. Allah düşmanları onun bu halinden dahi o kadar korkuyorlardı ki yanına yaklaşamadılar. Bebek gibi bakıma muhtaç olan bu yüce şahsiyeti kendilerine yaraşır şekilde kalleşçe şehit ettiler. Eminim Şeyh Yasin de aynen ecdadı İbni Mesut gibi onların bu zavallı hallerine bakıp acımıştır. Tekrar kalkıp bu ihtiyarlar karşısında, çocuklar, hastalar, kadınlar karşısında aciz olan bu yaratıkların, felçli haliyle önlerine dikilerek necaset kokan meymenetsiz suratlarına, temiz tükürüğünü atarak kirletmez izzetli bir şekilde direnerek şehit olmayı yeğlerdi.
Yine Şeyh’ti ümmetin toparlanabilmesi için gecesini gündüzüne katan. Yine bizdik uyanmak yerine hep yatan. Ama Şeyh yılmadı, son demlerinde bile ümmetin uyanabilmesi, cesaretlenebilmesi, dile gelmesi için ümmetin suskunluğuna Rabb’e şikâyet etti ve öyle gitti. (Rab Teâlâ şehadetini kabul etsin)
Şeyh’in bu çağrısı çok yerde karşılık bulmadı maalesef, cılız bir sesle seslerini yükseltmeye çalıştılar müminler. Kimisi kavli duayla karşılık vermeye çalıştı kimisi de fiiliyata dökmek için karar kıldı ve uygulamaya koyuldular. Bu çağrıya ses verenlerden bazıları Türkiye’dendiler. Mavi Marmara gemisindeki cengâverler kardeşlerine yardım ulaştırabilmeleri için yola koyuldular. Hepiniz hatırlıyorsunuzdur, mavi Marmara masmavi denizde seyir halindeyken, kanla beslenen vampirler tarafından etrafları çevrildi.
9 masum can, 9 nadide gül, 9 seçkin insan, terör devletinin zulmüne şahit 9 yiğit şehit. Sonrasında birer birer toprağa yiğitler düştü Aytaç misali. Yasinler ümmeti uyandırmak için canıyla bedel ödedi. Abdulcelil ve Muhammed Şerif’de kötülük yeni nesli bulmasın diye mücadele sonucu Rab Teala’ya intikal ettiler korkusuzca.
Bu yiğitlerin kanları-canlarıyla ümmetin uyanması duası ile…