Yüreğinin hakkını verenleri, tenzihen…
Yaradılışından itibaren; insan ruhunun şekillenmesinden tutun da, rengine, ebadına, işlevine, tınısına hatta algılamasına kadar, mahiyetini koruyan yegâne kıymetlimiz; KALBİMİZ… O; “GÜM GÜM, GÜM GÜM” sesleri de olmasa, neredeyse var olduğundan bi haber insancıklarımız… Kimi; his müsrifi olup da, o canım duyguları yok yere heba edenlerimiz… Kimi; hep gönül cimrisi… Görüntü var, ses yok; kalp var ama his yok diye araya eşittir yapıştırabileceğimiz, dengesiz değerler.
-muş gibi yapan hallerimiz, -yor gibi bakan gözlerimiz, kalpleri “yürek” olmaktan nasipsiz, nasiplisi ile yaşadım sananlar…
Kimsiniz siz? Bu sorunun cevabını kendine veremeyen, kimliği meçhulce; atan kalpler… Kalbinin içini sevgiyle doldurmayı bilmeyen; fakru gönül sahipleri… Nefesinize katmazsanız o kıymetli hissi, dilinizde demlemesini bilmezseniz ve ikram etmezseniz yareninize;”nasıl bilirdiniz, kalbinizi?” sorusunu sormazlar mı adama?
Yürek helalliğinin vebalini, bedeninizde nasıl taşırsınız? Bilmez misiniz, mesul olduğunuz her yaralı emanet, sizden şikâyetçi olacak. Kozasından çıkıp da uçuşan; o narin kelebek değil midir insanın yüreği? Ömrüne ömür biçilmesi bu sebepten değil midir, insanlığın? Sevmeyi bilmeyen yüreklerin, defni yapılmaz mı ki, bedenlerinden… Sadece bir nefesin hakkına yük edilen o et parçası; çıplaklığının soğukluğuyla nasıl vazgeçer baharından, yazından… Nasıl kara kışa teslim eder kalbini… Nasıl kıyar; bir zamanlar, huzur bildiği hislerine.
Ya başka bir yüreğe yazılmış olan; gönül borcu… En laubali hal ile geride bırakılan üstü kalsınlı bozuk hatıralar. Bahşişi bol kepçeden muşamba cümleler… Bol keseden atılmış vaatler, tutulmamış yeminler… Depremler sonrasında, dinmeyen yürek yangınları… Bir kalbin içinde kopan fırtınanın müsebbibi olmak nasıl bir histir? Bir yüreğe, bir ah imzalamak, acıtmaz mı ki sahibini, hırla gürle üstüne basılı keşkeler, amansız “ama”lar, suya düşen hayaller, gönül penceresinin cana batan cam kırıkları.
Her şey nasıl da çirkinleşiyor tüketildikçe; nasıl da değer kaybediyor, değer veren gönüller. Olayı tamamen bir matematiksel sorun haline getiren; zat-ı muhteremler…
“Dünyanın kanunu mudur bu” diye hep sorarım hep kendime; bu değer verirken, değer kaybetme meselesini. Hayata dair en acımasızca; tepki… En dünyalık haksızlık değil mi bu? En acınası hal…
Oysa bir yürekten taşıp da, başka bir yüreğe yağan yağmur taneleriydi; o candan damlayan cümleler. İtilip kakılan o kıymetli hisler, kolay kolay inşa edilmemişti gönülde. Bir kalbe sızılarından dokunmak ne diye, ne diye yaralarından kanatmak hisleri… Umut verip; çalmak sonra, önem verip; almak sonra, ne diye…
Ya hüznüne sebep olduğunuz bir kalbin hıçkırığı rüyanıza girerse? Ya mutluluğunu yarım bıraktığınız bir yürek; lokma lokma ağlarsa ardınızdan…
Neden sevmeyi bilemez ki insan? Oysa hiç bilmediği bir lisanı, nasıl da kolay çözüyor dil. Sevmek daha mı zor ki; konuşmaktan. Kalbinin sesini hiç tanımamak da ne? Nasıl bir eksikliktir bu? Düşünsene; ellerin var; lakin hiç temas etmemiş, biri diğerine. Yürek yüreğe dokunmayınca, neylesin ki var olmayı? Ne bilsin ki konuşmayı? Sonra; edebiyat parçalamakla suçlarlar, etrafa nazik cümleler yazan, nezaket sahibi yürekleri… Kendi parçaladıkları her şeyi görmezden gelen,”yürek katilleri”…”Tutuklayın şunları Hâkim Bey” diyesi geliyor,”hayallerimin katili sensin” demek istiyor, hatta haykırmak istiyor dünyaya… Acısını kusmak istiyor, içinde kalmamacasına dek.
En çok da güven duygusunu kaybettiğine üzülüyor insan; sevgiye güvensizlik, sevene, sevmeye, yüreğe, söze… Bu nasıl da mevsim dışı gelişen bir sera hissi oluveriyorsa yüreğin; sonsuza dek kepenklerini indirmek istiyor; sevme hissinin… Naylon cümlelerden kurulu tüm seslere; tıkamak istiyor kulaklarını. Kör olmak istiyor; bakmasını bilmeyen gözlere. Ve zannınca salasını okuduğu bir kalbin mezar taşına yazmak istiyor;”merhemi olamadığın kalbimin, merhumu” diye…
Ta ki bir “mucize” gelip de; sarılana dek, yetim yanlarına…