Hoş geldin Kasım. Hoş geldin hüzünler prensesim... Uzun gecelere dost, sıcak kahveme arkadaş, derdime ortak olmaya mı geldin? Gelişinle uyandı kelimeler, satırlara dizildi. Kalemim kâğıdına hasret, özlemini dindirdi... Ekim vedalaştı, el salladı uzaklardan... Yağmur, taneleriyle öperken yüzümü, son kez içini döktü, bereketiyle süsledi; yazın hatıralar emanet ettiğimiz, o yeşilinden kopmuş koyulaşan çimlere…
Şimdi vakit hüzün vakti, denize, güneşe, yeşile veda vakti. Her şey vedalaşırken birbiriyle, herkes giderken nefes aldığı şehre, bir ben kopamıyorum papatyaları şahit tuttuğum mutluluklardan.Sonbaharın ılık rüzgarıyla çekiştirirken baharı,yağmurlarla gülücükler biriktirmiş bulutlardan ,resimler yapıyorum gökyüzüne.Grilere dokunuyorum,sonbaharın da huzuru olur hissiyle...Toprağın o mis kokusu da, belki o gürültülü yağmurların elleriyle, bize uzattığı bir zeytin dalıdır öyle değil mi?
Gökkuşağının göz kırpışını başka gören oluyor mudur? Uzun gecelerin o buz soğuğunda bir fincan çayla benim gibi mutlu olan var mıdır? Kimse sevmiyor sonbaharı, ağaçların yapraklarını döküp çıplak kaldığı, çiçeklerin boyun büküp küstüğü, gökyüzünün güneşini yitirip içine kapandığı, kara bulutların gururluca gökyüzünde boy gösterdiği, hüzünlü yağmurların her yeri esir aldığı, parlayan yıldızların silindiği, ıssızlığın resmi, sessizliğin şehri, grinin katran karası gecelerden kopmuş, o dumanlı tonunu sevmiyor kimse...
Oysa en çok hüzünlü kalplerde değil mi Rabbimiz, hüznü en çok sevişim, hüzünlü sonbahardan vazgeçmeyişim de bundan mıdır? Nasıl sevmezler ki Eylül’ü? Hüznün miladı Eylül... Nazlanmayı en çok hak eden Ekim ve aşkın ev sahibi Kasım... Sonbahar, ah sonbahar... Oysa sonbahar, gelişiyle; yüreğimin erik ağacı çiçekleri açmış, ilkbaharı gibiydi. Naftalin kokulu kışlıkların, renkli atkıların, kalın çorapların, kürklü mantoların ortaya çıkmasıydı... Soğuğa inat, bir bardak salep içerken, ısıtmaktı kederleri, bir parça tarçın serpiştirmekti yaza, bahara. Sonbaharın penceremi titreten sert rüzgârları,”dondurucu soğukların haberciyim” der gibi. Sararmış yaprakları, sokakları süsleyen bir resim gibi. Her bir yaprak, yazdan kalma ayrı bir hatırayı döker gibi.
Ekim'le birlikte sahiplendik biz sonbaharı, Eylülün o acemi, ne yapacağını bilmeyen, telaşlı halini, bastırdığımız turşu kalıplarından çıkardık. Boğazımıza dizilen, acı hatıralar ise, sıra sıra iplere dizilmiş patlıcanlara eşlik etti, kurumaya yüz tuttu. Kasım nettir. Her şey yerli yerinde, güzün en pişmiş ayıdır. Yazdan tamamen sıyrılmış, kışa bir adım yaklaşmış, acısı yerinde, hüznü sağlam, güçlü, biraz sert ama karizması yerinde Kasım...
Uzun kış gecelerinin en sevdiğim yanı, etrafın da eşlik eden sükûtuyla, kendi kendinin sesini dinlemek... Gönlün üşüyen yanlarının tozunu alırken, saklı kalmış hisleri uyandırmak. Kalemi kâğıdına kavuştururken, kucaklaşmak özlediğim yaralanmış duygularla.
Bir türküdür Kasım, anonim… Herkes ayrı bir yarayla, ayrı bir makamla söyler... Kimine bağlama eşlik eder, kimine ney... Bağlama inletirken semayı, ney ağlatır... Bu his yoğunluğuna da geceler şahit olur. Kasım, ayrılık vakti değil sadece, ayrılığın ardından tutulan yas vakti... Ölenin ardından dökülen niyaz, gidene "gitme" diye ağlama vakti, vuslatı bekleme vakti... Eylül o hisli fısıltılarının çığlıklarını bırakırken Kasıma, duyguların o en tok sesiyle kavga eder gönül...
Sonra kış gelir, beyaza boyar her yeri, temizler, örter... Sızısı kalır Kasım’ın, soğuktan dalları kırılmış, yaralı bir ağaç gibi…