Geçen hafta ki yazımıza, demokrasilerde siyasetle devam ediyorum.
Demokrasilerde, teorik olarak otoritenin kaynağı halktır. Fakat tepe noktasında ve uygulamalarda, aslında halk yoktur. O, yalnız bir piyondur. Halk, ancak demokrasi vitrinindeki teşhir ürünlerini
değiştirebilir ama vitrini değiştiremez.
Demokrasinin esas aktörlerini seçkinler, militarizmin ekonomik yapılanması, medya, bürokratik elitler ve birtakım çıkar grupları oluşturur. Demokratik düzende, hiçbir hükümet, bu aktörleri karşısına alarak iktidar olamaz. Bu sisteme “çoğunluk” denilmesinin bir gerekçesi de budur. Demokratik yönetim şekli de, saltanatçı yönetim şeklinin bir başka versiyonudur. Bunu güç odaklarının saltanatı,
sermayenin saltanatı veya meclisin saltanatı diye isimlendirebiliriz.
Demokrasi, bazen azınlığın haklarının resmen gasp edilmesidir. Bir konuda %51’i evet , %49’u hayır dediği zaman %49’un hakları %51’e tabi olacaktır. %51’in küçük sayıdaki temsilcileri bunu şekillendirir. Sonunda halkın iradesi, bir grubun iradesi şeklinde tezahür eder. Bu gruplar da, yukarıda saydığımız seçkinler, sermaye, medya ve birtakım güç odaklarıdır. Teoride herkesin eşit göründüğü yerde, birileri daha eşit olur.
Tüm demokratik yönetimlerde, parlamento üyelerinin dokunulmazlığı vardır. Bu dokunulmazlık, bir parlamenterin, işlediği suçtan dolayı parlamentonun izni olmadan sorgulanması, yargılanması ve tutuklanması gibi bazı cezaî takibat işlemlerinde bulunulamayacağı anlamını taşır.
Yargıya karşı anayasa ile güvence altına alınırlar. Bu bir imtiyazdır. Demokratik haklar doğrultusunda, modern dünyanın verdiği bir hak.
Demokrasilerde siyasî önderlik dinden soyutlanır. Laik düzleme oturur. Din, gerçek fonksiyonunu kaybeder. Sembolik bir hale gelir. Din, halka hükmetmediği gibi aksine, halkın yöneticileri, seçkinler grubu dine hükmeder.
Demokrasilerde, kamu politikalarının tespit ve yürütülmesin de dinî grupların görevi olmadığına inanılır. Bunların, laiklerin görevi olduğunu söylerler. Bunun için de topluma, dinin hayatın her alanını kapsamadığı anlatılır. Laikliğin, dinsizlik olmadığına insanlar iknâ ettirilir. Bütün bu faaliyetleri de organize etmek için demokrasiye ve laikliğe bağlı sözde dinî teşkilatlar kurulur.
Laik devlette din vicdan işidir, kişinin özel hayatının bir parçasıdır ve devlet işlerinden ayrılır.
Din, topluma ve sosyal hayata müdahale etmediği müddetçe, demokrasi için de faydalı bir motiftir. Ülkede, iktidarları belirleyen ve yöneten seçkinler ve güç odakları, dinî oluşumlar gibi kendisine ortaklar (şerikler) istemiyorlardı. Tüm siyasî ve dinî kurumları kendileri yönetmek istiyorlar.
Güç odaklarının, sermaye gruplarının ve meclis saltanatının iktidarlarında “hukukun üstünlüğü” olmaz. Saltanatçıların, seçkinlerin, güç odaklarının ve sermaye sahiplerinin üstünlüğü olur. Çünkü hukuklarını, bu güçler ve gruplar yapar. Onlar da, daima kendi nefsî arzularına ve menfaatlerine göre bunu yaparlar. Buna da, “üstünlerin hukuku” diyoruz.
Helvadan put yapıp, acıktıklarında yaptıkları putları yiyen cahiliyye müşrikleri gibi. Bunlar da, yaptıkları yasalar işlerine gelmedi mi hemen değiştirip yenilerini yapıyorlar.
Demokrasiyle yönetilen, halkı Müslüman olan ülkelerde, kendi hayatlarını, yaşam tarzlarını Kur’ân ve Sünnet’e uydurmak istemeyenler, Kur’ân ve Sünnet’i demokrasiye uydurmaya çalışıyorlar. Allah’a kul olma siyasetini, ülkeye hâkim olan güç odaklarına, kul olma siyasetine çeviriyorlar.
İslâmî siyasetin, demokratik siyasete meylettirilmesi, o yolda da mesafe alınmasıyla, birtakım tahrifatları ve dezenformasyonları da beraberinde getirmiş oldu. Zamanla da insan, imanî meselelerde tahrifata uğradı ve yaşadığına iman etmeye başladı.
Bugünkü demokratik düzenden yana tavır alan âlimler, önderler, düşünürler, şeyhler, dünün saltanattan yana olan saray ulemâsından farkları yoktur. Dün sultanların sultanlıklarını devam ettirebilmek, daha fazla saltanat sürdürebilmek için projeler ve yeni fikirler üreten saray mollalarının yerini, bugün demokratik sistemlerin, İslâm’la çatışmadığını, İslâm’ın demokratik bir sistem olduğunu ve İslâm’ın, en iyi demokratik sistemde yaşanacağını dillendiren din âlimleri, düşünürler, akademisyenler ve kanaat önderleri aynı kişilerdir.
Bu tutarsız iddialar, Müslümanları asıl gayelerinden uzaklaştırmak için kurulmuş bir tuzaktır. Bunlar, fânî dünyanın geçici, küçük ve basit değerlerini, Allah’ın müjdelediği, son bulmayacak İlâhî değerlere ve vaadlere tercih edenlerdir.
Bunlar hakkında, Kur’ân-ı Kerîm’de, buyruluyor ki:
“Allah’a verdiğiniz sözü, az bir değere (yani dünyalığa) satmayın. Eğer bilirseniz, ancak Allah’ın katında olan sizin için daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/95)