18 Nisan 1920 günü kurulan İstiklal Mahkemeleri cumhuriyetin ilk yıllarında zulmü ile nam salmış bu mahkemenin halk arasındaki adı "3 Aliler" divanıydı. Bu ismi mahkemenin 3 üyesi Kılıç Ali, Necip Ali ve mahkeme başkanı Kel Ali'den alıyordu. Tam bir cellat mantığına sahip olan meşhur “Ali”lerin hiçbiri hukukçu değildi. Sadece kendilerine verilen görevlerini yerine getirerek, muhalefeti susturuyor, herkese korku salıyorlardı. Bu mahkemelerde savunma makamı da hatta şahit bile yoktu. Verilecek kararlar daha mahkeme başlamadan belliydi. Zaten bu nedenle duruşmalar genelde "Sanıkların idamına şahitlerin bilahare dinlenmesine" cümlesiyle bitiyordu.
İşte bu cümle bu sözde mahkemelerin temel mantığını ortaya koyuyordu: “Önce as! Sonra yargıla” İslam’a uymayan yönetimlerin adeta hareket tarzı haline gelen bu anlayışla, adalet kavramını ortadan kaldırdılar.
Bu zihniyet ve yönetim tarzı günümüze kadar 12 Eylül’den 28 Şubat’a kadar sürekli görüldü. Tarih boyunca gücü ellerinde bulunduranlar rakip ve yönettikleri toplumlara karşı aynı zihin kodlarının eseri olarak muhaliflerine her türlü baskı ve zulmü yaptılar ve halen İslam coğrafyasının her tarafında her gün bombalama, katliam, açlık, salgın ve hastalıklarla kitlesel ölüm haberleri eksilmiyor.
Ülkemizde de 15 Temmuz darbe sürecinde darbe yapmak isteyen güçler halka ve kurumlara karşı en ağır bombardıman ve savaş suçu işlediler. Bunların hoş görülecek, müsamaha edilecek bir tarafları yoktur. Ancak o dönemde de “Halkın birlikteliği darbeyi yıktı!” adlı yazımda adalete dikkat edilmesi uyarısında bulunarak; olayın “sürek avına” dönüşmemesi gerektiğini ve meselenin kin, öfke ile değil adalet ile hal yoluna gidilmesini hatırlatmıştım. Suç işleyenler en ağır cezayı tabi ki alsın, ancak bu mücadeleye sürecin sulandırılmasına ve istismar edilmesine izin verilmeden devam edilsin.
Şimdi artan şikayetlere bakıyoruz ki; bir taraftan operasyonları sulandırmaya çalışan kripto FETÖ’cüler boş durmazken, bir taraftan “Kontrollü darbe” safsatası ile bu mücadele sekteye uğratılmaya çalışıyor. Bir taraftan varlıklı FETÖ’cülerin tartışmalı şekilde tahliyeleri ile toplum hayretle süreci izlerken, bir taraftan da durumdan vazife çıkarma sevdasına düşmüş kesimler sorunu ile karşı karşıyayız. Yetkiyi ele geçiren bu zevat, görüşlerine ve menfaatlerine uymayan kişi ve toplulukları “FETÖ” torbasına koyarak tasfiye etme planlarını devreye koyuyorlar. Özellikle Laik, Kemalist ve bazı milliyetçi kadrolar, FETÖ operasyonlarını fırsata çevirerek dindar memur, akademisyen, bürokrat kim varsa tasfiye etmek istiyorlar. Sayın Cumhurbaşkanı ve hükümet ivedilikle bu duruma el atmalı ve bu kesimlere fırsat vermemelidir.
Yıllarca FETÖ ile mücadele eden ve darbeye ilk olarak karşı çıkan, mücadele eden kişi ve camiaların bir anda kendilerini operasyonun parçası olarak görmeleri Cumhurbaşkanını yalnızlaştırma projesinden başka bir şey değildir.
Size muhalif kim varsa, FETÖ’cü diye yaftalayıp ihraç edin öyle mi? Bu oyunu kimse yutmaz. Hele hele size muhalif akademisyen ve bürokratların ismini istihbarata vererek, “bunlara uygun bir suç bulunda ihraç edelim” şeklindeki iddialar yabana atılamaz. En son Batman Üniversitesi’nde darbeye karşı ilk ortaya çıkanlardan ve tertip komitesinde aktif rol alan STK yöneticileri ve akademisyenlerin bu torbaya sokulmak istenmesi bardağı taşırmıştır. Dikkat edilirse darbeye karşı çıkan kesimlere dönük sinsi ve planlı bir operasyon çekiliyor. Bunun önüne geçilmezse darbeye direnen kimse kalmayacak ve kazanan darbeci zalimler olacaktır. Bu durumun acilen önüne geçilerek gerekli adımların atılması elzemdir. Yarın çok geç olabilir. Wesselam…