Hukuk kelimesi, Arabça “hak” kelimesinden türemiştir ve kelimenin çoğuludur.
El-Hak, Allah’ın isimlerinin biridir. Dolayısıyla hukuk, Allah’ın hâkimiyetine, hükmüne ve şeriatına dayanan yasaların bütünüdür. Allah’ın hâkimiyetine, hükmüne ve şeriatına dayanmayan yasalara hukuk değil de, kanun denilmesi gerekir. Kanunlarla idare edilen bu yönetim modelinde, kimi ülkelerde askerî bürokrasinin, kimi ülkelerde bir liderin, kimi ülkelerde bir siyasî partinin, demokratik ülkelerde de çoğunluğun diktası şeklinde görülür.
Onun için kanun devleti olarak isimlendirilen yönetim modelleri, dünyanın değişik ülkelerinde değişik şekillerde karşımıza çıkar.
Hukuk devleti İlâhî ilkelere, kanun devleti ise yönetime hâkim güruhun heva ve hevesine, kısaca keyfiyetine dayalı bir modeldir. Hukuk devletinde yönetim erkini ellerinde bulunduranların, devlet otoritesine sahip olmaktan kaynaklanan herhangi bir üstünlüğü yoktur. Tüm vatandaşları, Allah’ın kulu görmekten dolayı insanlar arasında ayırım yapmaz. İnsanın temel hak ve hürriyetlerine aykırı bir yasa üretmez. Yasaların, temel hak ve hürriyetleri esas alması ve Allah’ın rızasına/hukukuna dayanması şarttır. Bu temel felsefeden dolayı, hukuk devleti hak ve adalet ilkesine dayanır.
Kanun devletinde kanunlar, yöneticilerin rızası üzerine bina edilir. Yöneticiler, meşruiyetlerini, İlâhî hükümlerden almadıkları için, halkla olan ilişkilerini baskıya, korkuya ve güce dayandırırlar. Kanun devletinde egemenlik, ya devlettir, ya ideolojidir ya da nefsî arzulardır. Egemen olan bu güçler, kanunların hem yapıcısı, hem koruyucusu hem de uygulayıcısıdır.
Demokratik devletlerde, nefsî heva ve heveslere sorgulanamayan bir kutsallık verilir.
Kısaca demokratik yönetim modeli, hak ve adâlet ilkesinden uzak kanun devletidir. İslâm Devlet modeli ise, hak ve adâlet merkezli bir hukuk devletidir.
İslâm literatüründe adâlet, insanların birbirleriyle olan ilişkilerini, insanın eşyayla olan ilişkilerini, insanın devletle olan ilişkilerini, Allah’ın indirdiği hukuka göre düzenlemeye denir.
Diğer bir tarifi de, Allah’ın emrini, emrettiği bir şekilde yerine getirmektir. Allah’ın hukukuna göre hüküm vermektir. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmektir. Hakikate teslim olmak, haklıya hakkını vermektir.
İnsanlar, Allah’ın rızası için, Allah’ın hukukuna göre yaşarlarsa, adâletsizlik yapmamış olurlar ve birbirlerine karşıda kesinlikle zulmetmemiş olurlar. Eğer bu konularda gerçekleri gizler, nefsimize göre davranırsak, bunların hesabını Allah’ın huzurunda veririz.
İslâm’da hak ve hukuk, hiçbir sisteme, ekole ve kişiye fedâ edilemez ve gizlenemez. Birtakım kişileri korumak ve uygulamaları savunmak için İslâm’ın hak ve hukuk kavramını ve kurallarının çarpıtılması ve göz ardı edilmesi kesinlikle doğru değildir.
Kur’ân-ı Kerîm, sözlerinde ve adâletinde tamlık ve mükemmellik bulunan bir kitap olduğunu da söylüyor.
“Rabbinin sözü hem doğruluk, hem adâlet bakımından tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O, (her şeyi) hakkıyla işitendir, bilendir.” (En’âm, 6/115)
İnsanların, toplum içerisinde ilişkilerini sağlıklı bir şekilde sürdürebilmesi hukuk ve adâlet ilkelerinin uygun düzenlenmesiyle mümkün olur. Bu da adâletle hükmetmek demektir. Hükmetme hakkı da, âlemlerin Rabbi Allah’a aittir. Adâletle hükmetmek ise, Kur’ân ve Sünnet’le hükmetmek demektir. Bu da, insan haklarının güvencede olması demektir.
Hukuku tarafsız ve taviz vermeden uygulamak, toplum için bir rahmettir. Bir toplumda adâlet bozulursa, hak ve hukuk kavramları yaralanırsa, adâlete güven azalırsa, dengeler bozulur, anarşi başkaldırır, sorunlar çoğalır, huzur kaçar.
Fakat maalesef günümüzde kavramlar karıştırılarak hukuk ve kanun paralel anlamda kullanılmaktadır.