İnsan doğar, büyür, yaşar ve ölür felsefesiyle ömür öğütüyoruz...Elimize sıkıştırılmış mutluluk harçlıklarından sermayelerle, inşa ettiğimiz gönül evimizin anahtarı kayıp gider gibi bazen avuçlarımızdan. Oysa sahibini bile bilmediğimiz bir his buketiyle süslü neşelerimiz hep emanet değil mi bize? Biriken bütün sevgiler ve sevgililer ömürlük değil mi gönül kumbaramızda?
Hep sorgular dururuz en sevdiğimizi; anne olunca en çok annemize, evlada kavuşunca bir nefesi binlere bölüşen nefeslerimizde biliriz sevgiyi...Baba gibi dimdik duran, heybetiyle şefkati karışık bir hisse gönül sereriz...Göğü severiz, en deli mavisiyle...Yeri severiz, yerimizi yurdumuzu mesken bildiğimiz bir vefa ile...dönüp dolaşıp geri dönmeyi en sevdiğimiz bir hisle sarılırız evimizin her köşesine...aksini iddia ettiğimiz tüm muhalif hislere nispet eden bir inanmışlığı temsil eden bir duruş mu bu, yoksa çaresizliğin üzerini örten bir güven mi bilemedim. Zira; "ya bir limanımız olmasaydı, tutunduğumuz bir evimiz olmasaydı, onca kalabalığın içinde kendimizle kalakaldığımız ve adını "yalnızlık" koyduğumuz vakte kiracı olamasaydı yüreğimiz" diye diye kendimizi şanslı hissettiren tebessümlü yanlarından seyre dalmak ömüre, ömür dokur gibi gönüle...
Bizi en çok "biz" kılan o kıymetli hislerimiz iyi ki var. Korkularımızdan gönül dilimize çaktığımız kibritlerle susmayı öğrendik ilkin. Sonra küle dönüp, küllerinden varoluşun resmiyle çizgiler çizdik kişiliğimizi kişilikli kılan kişilere, kimi ismin altını çizdik kıymetle; kimi ismin üstüne nefretle...Birbirinden güzel renklerin her bir tonuna ayrı bir hisle renk sürdük ahenkle...
Bazen bir şarkı gibi dilimize dolanan, bazen sözlerini bilmeyip en çok dinlediğimiz melodiye nota bulmak gibi hayat. Açık büfe bir restoranın, tıka basa doldurduğumuz tabağına rağmen, aç kalmak gibi... "Her şey var ama bir şey yok “demek gibi..."Ben hiç bir zaman ne buldum delisi olmadım" diyen bir kadının sitemi gibi net bazı hisler...Bazıları; “hayır,hayır seni bir daha dışarı çıkarmayacağım “diyen anne kalbi gibi...Söylesene bunca kalabalığın, bunca karmaşanın içinde kimsin sen? Mesela "bana biraz kendinden bahseder misin? Önce ismini mi söylersin, yoksa soy isminle mi buyur edersin yağlayıp balladığın şahsiyetini...mesleğin seni sen yapan en değerli hazinen mi yoksa? Evvela en sevmediğin yönünle mi tanış edersin beni, yoksa kendine bir lütuf gördüğün huyunla mı? Zengin misin yoksa fukarası mısın bir yüreğin...
Aslında suali ne ise kişinin, cevabı ondadır işinin. Busorgulamalarla, üzerimize vazife olmayan ne çok vakti dar ettik belki de ömrümüze. Ne çoklar kaybettik! “Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi vardır..."der Yunus ve ekler "Bana seni, gerek seni "diye...Biz...
Şimdi biz Yunus'un bu bir cümlelik ömür lisanı ile; sayfalar dolusu yazdığımız cümleleri mukayese edersek ve olayı matematiksel olarak neticelendirmek istersek, hani tatminkâr değiliz ya... dünyalık değerlerimiz ve gerek simlerimiz için; neresindeyiz bu hayatın?