Eskiden büyüklerimiz anlatırdı. Ama önceleri anlatılanlar ve sonradan gördüklerimiz arasında çok büyük bir fark olduğu gözle görülebilen bir aşikâr ve bir gerçek. Nedir o gözle görülen aşikâr ve gerçek olan fark diye soru sorabilirsiniz? Cevaben şunu söyleyebilir ve sizi ikna edebilir düşüncesindeyim. Duyduğumuz ve gördüğümüz şeyleri kıyas etiğimizde en çok karşılaştığımız ve bizi derinden üzen durumu düşündüğümde daha çok üzüldüğümü fark ediyorum. Eskilerden olan gerçek ve günümüzdeki gerçek olan eskiler…
Saygı ve sevgide anne, baba, kardeş, çocuk, arkadaş, dost, ahbap, konu komşu güzel bir çerçeve oluştururken eskiler, şuan ki durumumuzun ise çerçeveleri kırılmış, kullanılamaz hale gelmiş vaziyette.
Önceleri tüm köy, kasaba, mahalle birbirini iyi tanır dertleri ile dertlenir, sıkıntıları ile üzülürken, sevinçleriyle de sevindikleri için mutluluğu doruğa çıkarırlardı. Şuan ki çağımızda yaşayanlar olarak karşı komşumuza bile yabancıyız. Bırakın karşı komşuyu anne, anneler gününde, baba da babalar günü haricinde aranmaz, dertleri var mı, yok mu sorulmaz…
Durum bundan ibaret iken önceki neslin değerlerine bir göz atalım dedim. Çok yerinde olmaz belki ama böyle bir kıyasa ihtiyacımız var diye düşünüyorum. Çünkü yeni nesil, orta nesil gibi yapıp önceki nesli unutmaması gerekir. Geçmişi olmayan bir neslin geleceği de olmayacağını kesinkes bilmemiz gerekir. Çok değil birkaç tane örnek önümüze ışık tutacaktır. Deyip önceki neslin yaptıklarına geçelim…
…
Geriye doğru bir yaprak çevirdiğimizde bir hayli şaşırıyoruz. Çünkü öyle bir portre var ki, şaşırmamak elde değil. “Hali vakti yerinde olanlar bakkallara gider, borç defterini alır karıştırırlardı. Maddi durumları nedeniyle borçlarını ödeyemeyenlerin borçlarını sessiz ve sedasız bir şekilde öder, kapatırlardı. Bakkal borç sahibi bilgilendirirdi bu güzellikten, ama borç sahibi hiçbir zaman öğrenmezdi kimin borcunu ödediğini…”
Ne güzel, ne incelik, ne zarafet barındıran bir yaklaşım bu. Gönle zarar vermeden, ustalık maharetiyle yardımda bulunuyorlardı. Allah başımızdan eksik etmesin! Şimdiki hayırseverlerimiz bir yardımda bulunurlarken, basını eksik etmiyorlar. Daha insaflıları ya canlı yayın yapıyor, ya da foto çekip sosyal medyada paylaşabiliyorlar. Niyetimiz madem Allah rızası içindir, şatafata ne gerek var. Milleti neden haberdar etme ihtiyacı hissediyoruz. Bilemiyorum…
Öncekilerin yaptıkları güzelliklere şöyle dönüp baktığımda başka güzel bir misal ile karşılaşıyorum. Bu da ‘ümmetin ayı olan’ Ramazan’a verilen değeri ortaya koyuyor. “Eskiden ramazana erişmenin sevinci düğün gibi olurmuş. Öyle ki damat ve gelinlerin elleri gibi millet de ellerini kınalardı.” Bunu duyunca şuan ki durumuzu düşündüm. Hani önceleri oruçluya saygı vardı. Tutamayanlar, yolcular, hastalar; gizli bir yerlerde ihtiyacını karşılarlardı. Birileri bizi görüp de ayıp olmasın diye… Ama günümüze bakıldığında artık oruç tutana değil, yemek yiyene saygı algısı daha çoğaldı gibime geliyor. Bu da değerlerimizi hafife alıp sahiplenmediğimizden kaynaklanıyor. Müslüman bir beldede sevinçten kına yakmaktan, oruç tutmayana saygı anlayışına kadar geriledik maalesef.
Bundan daha acısı da umursama algımızın kalktığıdır. Önceleri ramazan gelince Müslümanlar çok sevinçli olur, ramazanı bayram yaparlardı, bayramı da ikinci bayram olarak kutlarlardı. Şimdilerde ise hangi Müslüman beldeye bakıyorsak bir sıkıntı, bir ölüm, bir vahşet, bir sömürü, bir, mülteci konumuna düşmüş adeta. Bu sıkıntıdan dolayı kaçımızın boğazında lokmalar kalıyor, yutkunamıyoruz, bu mazlum kardeşlerimizin çektiklerinden dolayı…
Bizler bu şekilde acı da olsa önceleri ve günümüzü paralel bir şekilde gözler önüne serdik. Her ne kadar bu tabloyu gözler önüne sermemiz mum ışığında da olsa kendimize çeki düzen vermemiz gerekir ki geleceğimiz karanlığa batmasın.
Geleceğe sahip çıkanlardan olmak duasıyla…